MARDİN
Bu yazıyı neden mi yazdım? Bana dokunan o his, o tarih, geçmişten sonsuza yankılanan o sesi işitme mi dersiniz, ne derseniz deyin… o sana da dokunsun diye yazdım… çünkü o kucaklayıcı, sarıcı, tevazu dolu, farklılıkları birleştirici, sevgi hissini herkes bilmeli…
Mardin kelimesi kaleler anlamına gelen bir kelime. Gündüzü seyranlık, geceleri de gerdanlık gibi gözükmesi nedeniyle gecesi ve gündüzü bile sembolik olarak ifade edilmiş bir şehir. Büyük bir heyecanla geldiğim bu şehirde Kasımiye Medresesini gezmekle başlıyoruz. Ve daha ilk adımımızı bastığımızda sıradan bir yerde olmadığımızı hemen fark ediyoruz. Mezopotamya ayaklarımızın altında ve sanki yükseklerde oluşu da sembolikmiş gibi geliyor bana. Muhteşem bir kapıdan giriyoruz medreseye. Kapılar önemlidir, çünkü kapılar insana ardında gizli olan başka bir hayatı açar. Kapı, tecrübedir ve yeni bir eğitimin dönemin başlangıcıdır da. Ve kimbilir belki de kapının büyüklüğü ve ihtişamı, medresede sunulan bilgi ile ilgiliydi. Kapısında bir tokmak var. Tokmağı bugünkü sıradan halinde vurduğumuzda kadın veya çocuk olduğumuz, yukarıya kaldırarak ve aktif bir enerji harcadığımızda ise erkek olduğumuz anlaşılıyor.
Medresenin içinde ders verilen bir çok mekan var. Her odanın kapısı bir insanın yarı boyutunda. Çünkü kapı eşikte egonun bırakılıp, boyun eğen tevazu giysisi ile içeriye girmemizi emreder eğitimi alabilmek için. Her kapının üzeri ne dersi olduğuna dair belirten sembollerle dolu. Tıp, astronomi,
felsefe vs birçok alanın okutulduğu bir ilim yuvası burası. Laleler var ki duvarlarda, onlar da tevhidibirliği hatırlatıyor her yerde. Birlik gibi basit ve tek ama anlaması bir o kadar da zor olan geniş bir kavram bizim için. Medresenin ortasında bir çeşme.. Çeşme insanın çocukluğunu anlatan bir havuza o havuz da olgunluğu belirten daha büyük ve derin bir havuza o da incelen yaşlılık dönemine akmakta. Sırat köprüsü ile devam ederek büyük bir havuza birikmekte ve en son Mezopotamya'ya ve sonsuza karşmakta. Tevhid… Havuzdan yansıyan yıldızlar ile de astronomi dersi görsel olarak inceleniyordu. Teleskop var mıydı? Bilmem ama doğal bir ayna ile bu iş pratik bir şekilde de çözülmüş. Muhteşem bir Mezopotamya manzarası… İnsanın zerre olduğu hissine bile kapılamayacağı kadar muhteşem bir yer. Her yerde birlik hissini koparmayacak bir atmosfer var.
Mardinin daracık ve güzel, otantik sokakları arasında dolaşıyoruz. Uzun zamandır farklı bir şeyler görmek beni o kadar etkiledi ki ortamın düzensizliği için sadece bir cümle ayırabilecek dikkate sahip olabildim. Daha sonra kırklar kilisesine gidiyoruz. Orada kilisenin Süryani papazından Süryanilik ve kilise ile ilgili bilgi alıyoruz. Tatlı bir sohbeten sonra oradan ayrılıp mardin müzesine gidiyoruz. Basit, mütevazı bir içerik ama iddialı ve muhteşem bir binası var. Oradan Ulu Cami'ye gidiyoruz ki orada da artuklu mimarisinin özelliklerini görüyoruz. Kubbeli ve köşeli bir minaresi var.
Minarede Allah, kitaplar ve peygamber sembolik yollarla ifade edilmiş. Namaz vaktine denk eliyoruz. Tatlı bir dua… Ve minarenin köşesinden yine o sonsuzluk ve bütünün içinde bir parça olduğunu hissedişten gelen bir birlik ve bütünlük hissi…
Oradan çıkıyoruz. Saruhanlı'ya gidiyoruz. Mardin kebap yiyoruz, mırra içiyoruz. Mırra'nın keyf damağımızda kalıyor. Mırra nın hikâyesini dinliyoruz. Ve halaylar eşliğinde günü bitiriyoruz.
Deyrul zaferan-safran manastırı sonraki durağımız. Etrafında safran bitkisinin bulunmasından dolayı bu adı olduğunu öğreniyoruz. Safranlı çayında da içiyoruz. MÖ 1000 yılına kadar dayanan tarihinde birçok teoloji ve bilim derslerine merkez olmuş, bir süreliğine merkez olmuş bu manastırda yüzyıllarca birçok rahibe ve rahip hizmet etmiş. Patrikler içine oturur tarzda gömülüyor. Ve bence en ilginç yanı, altında bulunan ve içinin toprak dolduğu söylenen, doğuya bakan güneş tapınağı. MS4-12. yüzyıllarda kapatılan bu tapınak daha sonradan tekrar açılmış. Bölgede yezidiler adı verilen bir inanışın olduğundan da bu sayede bahsediyoruz. Sanki toprağın altına inmişiz de tarihteki bilgilerin örtüsü olmuş birçok örtüyü görüyoruz.
Daha sonra da Dara kentine gidiyoruz ki burası da MÖ1-2. yy da kurulduğundan bahsedilen bir mağara şehir. Büyük bir kayanın içinde birçok mezar ile karşılaşıyoruz. Ve en alt katta havalandırma sistemi ile birlikte olan katlı bir tapınak ile karşılaşıyoruz. Bu katlı tapınağın daha sonra kiliseye dönüştürüldüğünü öğreniyoruz.Darius zamanında kurulan bu şehir konumu nedeniyle önemli bir garnizon şehri idi ve 1000 askere ev sahipliği yaptı.
Yakınında bulunan su kaynakları da bu bölgeyi askeri açıdan önemli kılıyordu. Bu bölgede su ihtiyacını karşılamak üzere 30 m civarında derinlikte bir su sarnıcı ve arıtma amacıyla 9 alan daha bulunmakta idi. Tepesinde bir güneş saati düzeneği de olduğu bilinmekte idi. Daha sonra da su sarnıçlarını görmeye gidiyoruz. Daha sonra da evlerden birinde bu inşaatın planı olduğu belirtilen duvardaki basit maket görüyoruz.
Daha sonraki durağımız ise MS. 3-5. yy'da yapılmış olan Mor Gabriel'e gidiyoruz. Kubbeli bu yapının içinde tarihi ile ilgili, özel rehberinden pek çok bilgi alıyoruz. Ancak en etkileyici olan da mezar odası gördüklerimiz arasında. 12000 rahibin mezar odası. Mor Gabriel zamanında en güzel günlerini yaşayan bu manastırda Mor Gabriel'in göklere sığdırılamamış olması beklenirken, kendisi en alçak yere, mümkünse bu mezar odasının zeminine gömülmeyi ve üstünden basılarak geçilmesini istemiş.
Daha sonraki durağımız ise Savur ilçesindeki Hacı Abdullah Bey konağı… Antik eşyaların olduğu, Savur ilçesinin güzel bir tepesinde yer alıyor. Evin çatısından yeşilleri görmek mümkün. Evin sahipleri de bizi çok sıcak karşılıyorlar. Çay ikram ediyorlar. Tek tek odaları geziyoruz. Bol nakışlı,
su bardağının bile örtüsünün renga renk nakışlı olduğu yatak odası, evin erkeklerinin sıra gecesi yaptıkları oda, antik eşyalarla dolu bir salon. Bu salon evin en ilginç tara?arından da biri. Tavanı aynalı ve ahşaptan yapılmış bir harika. Gece ışık yandığında, her tarafa bu renkli aynalardan yayılan ışıklar yayılırmış.
Kıtlık köyü'nden geçiyor yolumuz. Oraya da uğruyoruz. 5 aile yaşıyor bu köyde. Evlerin çoğu terk edilmiş. Terk edilmiş ama Mardin merkezinden daha bakımlı, daha otantik, daha güzel evler var bu köyde. Bu köyü 2 süryani ailesi ve yurtdışındaki diğer Süryanilerin finanse edildiği bu aileler tarafından beliritlen kiliseyi geziyoruz. Çok temiz ve çok bakımlı. Çan kulesine çıkıyoruz ve tüm köyün hüzünlü ve güzel manzarasını izliyoruz.
Hasankeyf'e varmak üzere tekrar yola koyuluyoruz. Güzel kaya anlamına geldiği söylenen bu yer, uzun zamandır gördüğüm en değişik yerlerden birisi oldu. 10000 yıllık olduğu belirtilen mağara
evleri tepeye doğru yola koyularak çıkıyoruz. En tepede 236 odalık olduğu rivayet edilen bir saray. Bir de küçük saray var. Küçük sarayın yanından müthiş bir Dicle Nehri manzarası, buraya kadar geldiğimiz bütün yolu unutturuyor.
Ve artık dönüş zamanı geldiğinde erkenden Diyarbakır'a yola koyuluyoruz. Diyarbakır'da güzel bir ciğer kahvaltısından sonra Uludağ cami'sini ziyaret ediyoruz. İlginç bir camidir ki, önceleri bir güneş tapınağı, daha sonra Roma döneminde kilise ve bugün cami olmasının getirdiği mimari bir şaşkınlık var burada. Çarşısına uğradıktan sonra da Dengbej evine uğramamazlık edemiyoruz. Dengbej evi, bir nevi sanat evi. Ve burada sabahtan akşama ağıtlar ve şarkılar söyleniyor. Dengbej evinde duyduğumuz ezgiler kulağımızda, hava alanına gidiyoruz. Ve İzmir'e dönüş...
Çok değiştim. Farklılıklarımızın bu kadar vurgulandığı, farklılıklarımızın bir günah gibi vurgulandığı bu yıllarda, bunlara rağmen birlikte yaşayabilmek güzel... Ayrımlara karşı, başlangıç zamanı belli olmayan bir birleştirme çabası var... Bu kadar globalleşmeye rağmen, bu coğrafyanın otantikliğini korumaya devam etmesi de etkileyici... Mardin, hala bazı değerlerin olduğunu gösteren, bu değerlerle yaşama çabasının bir modeli.
Sadece sonsuz, gerçekten uçsuz bucaksız, insana sonsuzmuş, ölümsüzmüş hissi veren o Mezopotamya manzarasını görmek için bile gidilir.
SEMRA ŞEN